28 Ekim 2016 Cuma

GÖNÜL KIYILARIMIZ

Geçmişten Peyami Safa alalım,
 "...İçimizdeki açık denizler..."
Günümüzden Küçük İskender,

"Git gidebildiğin yere kadar bu liman da kaybettiğim ilk gemi sen değilsin. Ama şunu unutma. Rıhtımda kalanı değil, çekip gideni vurur fırtına."
Şimdi ise şuana gelelim. 

Ne güzel anlatmışlar içimizde olup biteni,
 Açık denizlerimizi...
 Güneşli günlerine de, fırtınalarına da şahit olduğumuz dilsiz yüreği.


Uçsuz bucaksız denizlerimizin yürek kıyılarına, kimi dost gemisiyle, kimi ise sevda gemisi ile yaklaştı.
Kimi demiri attı, kaldı yıllar boyu. 
Kimi şöyle bir geçti kıyı boyu.
Bazısı çekip gitti, kaldı geriye o an sızın 
Bazısı yıkıp kaçtı bir gün, ansızın.

Zarar gördükçe yeniden yaptık limanları.
 Ağırladık, gemileri, kayıkları...

Her zaman biz olmadık ağırlayan. Yeri geldi mi biz olduk "sonradan misafir". Sonradan misafir diyorum çünkü 

İlk ulaştığımızda bir kıyıya, 
Sandık ki kalıcıyız bu diyarda.

Anlıyorsun ardından gitme vaktinin geldiğini.
 Ve hatırlıyorsun Beyatlı'nın dizesini. 

"Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan."

Gemin uzaklaşırken son kez gördüğü bu kıyıdan, bir dörtlük düşüyor dudaklarından:

Ay yüzlüm diye sevmem miydi,
Bu gel-gitlerin sebebi?
Şimdi gönül kıyılarının ıslak kumlarında
Başkasının ayak izleri.




24 Eylül 2016 Cumartesi

NESİ VAR?

Dört mevsimden biri özeldir:
Adı Sonbahar.
Belki de Son'u güzel olan tek şeydir bahar. Nesi var baharın? Onu özel kılan ne? Bazılarının sırf popüler olduğu için sonbaharı sevdiğini düşünmüyor değilim. Ama tabi ki onda gizlenenleri bulanlar var.  
Nesi var cidden?
Sokakları, toprağı ve hayallerimizi temizleyen yağmuru var.
Yorgun halde evimize, yağmurun yıkadığı, yıkarken asfaltının rengini değiştirdiği o ufak dereler akan yollar ne güzel...
Geldiğimiz yeri bize hatırlatan yağmurdan sonraki toprağın kokusu ne güzel...
Sessiz hayallerimize ses katan yağmurun sesi ne güzel...
Çayı, kahvesi var.
Kapalı camlar ardında değil, bir balkonda ya da dışarıda bir yerde yağmuru hissederek içtiğimiz çay-kahve ne güzel...
Rüzgarı var.
Bizi üşüterek varlığımızı bize hissettiren rüzgar ne güzel...
Yağmurdan kaçanlardan geriye kalan sokaklar var.
Yazın insan kalabalığından yürünmeyen sokaklarda yağmurla baş başa yürümek ne güzel...
Ona yazılacak daha çok şey var...

22 Eylül 2016 Perşembe

GÖÇ EDEN...

Göç eden bulutların gözyaşlarıydı bu yağmurlar.
İstemese de sürekli ilerleyen bulutlar...  Geride kalan hayvana, nebata, insana hayat kaynağı olan yağmurlar...
Gitmek zorunda kalan insanlar, onları bekleyen yaralılar...
Ne kadar çok benziyor insan bulutlara.
Uzaktan bakınca bembeyaz ve yumuşak. 
Gri bir kalp bulursun sonra. 
Ve şimşekler gelince karşı karşıya... 
Ardından gözyaşları bardaktan boşanırcasına. 
İşte böyledir hayat. Yerinde durmayan insan, sürekli gider, gitmeye zorlanır belki de farkında olmadan gider.
Kimisi köyünden gider, derdi ekmek parası.
Kimisi bir kalpten, derdi gönül yarası.
Ne için, kim için, nereye ,nasıl, ne zaman... Kesilmeyen sorular. 
Göç etmekte insan 
ve 
Akıttığı gözyaşları tıpkı yağmurlar gibi hayat kaynağı olacak arkasında bıraktıklarına
Kimisi gönderdiği parayla,
Kimisi bıraktığı anıyla. 

16 Eylül 2016 Cuma

UYKUDAN KAÇMAK

Uyumak... Geceleri suç olmuş bize.
Sessiz odada, bir sahilde bulunan kuytu bir köşede, bir parkın karanlıklara gömülmüş bankında, ormanda binlerce yıldızın altında, kısacası yalnızlığın, yalnız kaldığı her mekanda...
Ne kadar uykumuz olsa da uyumayız böyle yerlerde. Evet, fırsatı değerlendirmek isteriz. Hangi fırsatı?
Yalnızlığı...
Sonsuz olmasa da ihtiyacımız olan bir yalnızlığı.
Kalabalıklara hapsolmuş ruhumuzun, bedenimizin, düşüncelerimizin, yüreğimizin, hayallerimizin uykuya değil de yalnızlığa ihtiyacı var sanırım.
Suçlu gibi hissetmemizin sebebi ise gün içinde;
Düşüncelerden düşüncelere atlamaya zorladığımız beynimizin,
Duygudan duyguya sıçramasına sebep olduğumuz kalbimizin,
Kurduğumuz fakat söylemekten utandığımız hayallerimizin,
İçimizden gelenleri değil de, insanlara göre söylediğimiz düşüncelerin
Gerçekten, onlara hakettikleri yaşam hakkını vermediğimizi düşünmemizdir.
Yalnızlığımız, her şeyiyle bir gizli dil; anlamasını, dinlemesini bilene.
Çekinmediğimiz, küçümsenmediğimizin, yanlışların yüzümüze vurulmadığı yalnızlık ülkesinde konuşulan bir dil.
Söyleyeni biziz,
Dinleyeni biz;
Anlayanı biziz,
Yargılayan biz.
Uykuya olduğu kadar,
Uykusuz kalmaya ihtiyacı olan
Yine biz.



5 Eylül 2016 Pazartesi

YAZMAK

Uzun zaman yazmak için kalemi ele almamak insanı duygu ve düşünce zindanında hissetmesine sebep oluyor. Hele ki yazmak için hiç niyet etmemiş olanlar onları saran dört duvardan dahi haberi olmayanlardır. Yazmak belki de 6. hissimizdir ki bu diğer 5 hissin birleşmesiyle ortaya çıkmaktadır.  Belki vefasızlığı görür, yalanları işitir, sahte kişilikleri koklar, yalnızlığı hisseder ve acıları tadarız. Sonucunda ise kalp beş hissi toplar tek ve yoğun bir hisse- yazma eylemine- dönüştürür. Evet, belki hayvanlardan bizi ayıran özelliğimiz düşünmektir ama düşünceler dökülmüyorsa yazıya kumdan kale gibi bir dalgada yok olur gider. 
 Her zaman biri bulunmuyor konuşmak için her şeyi 
lakin elde varsa bir kağıt bir de kalbin kalemi 
yalnızlık hafifliyor.
 Ne anlamaz değil seni ne de dinlemez. Anlattıklarını da anlatacak değil bir başkasına. 
Yaz ve at, yazAt ve sonunda y-azat. Kalbi dolduran her şey azat edilmiştir. 
 Duygular, düşünceler bir kuş misali kanatlanıp yükselmekte ve bir balık misali onlardan oluşan denizin en derinine yüzmekte.
 Kimse bilmemekte.
 Ne saçmalıklara aldırış eden, ne seni hayal kırıklığına uğratan var. Kağıt ve sen; üstelik insanlardan daha temiz bir kağıt. 
Ve yine denmektedir ki kitaplar en büyük dostumuzdur. 
Öyle ise;
Birkaç şey karalamak ise bizim bile bilmediğimiz 'kendimizdir'.

16 Ağustos 2016 Salı

YALNIZLIK SOKAĞI

Sokakta bir eve sakladım yalnızlığı.
Gecenin karanlığından dört duvarı
ve
Bulutlardan çatısı.
Her sokak başından kapısı,
Lakin giren girdiğini bilmez.
Akıtır çatısı, rüzgar alır duvarları;
Ardına kadar açık kapısı,
Lakin geçen geçtiğini bilmez.
Yatağım sokağın soğuk asfaltı,
Yastığım bir köşenin kaldırım taşı,
Örtüm gökyüzünün bir kaç yıldızı,
Lakin gören gördüğünü bilmez.

18 Mayıs 2016 Çarşamba

BAŞLAYAN SON

Vakti zamanında başlayan bir sonun hatırasını yaşıyoruz çoğu zaman.
Evet, başlayan son. Neden böyle diyorum? Çünkü son bir kaza gibi anlık değildir. Göz kırpıp açıncaya kadar geçen bir zaman da değildir. Son, bir süreçtir. Lakin bize bir anlık gelir çoğu zaman. Nedeni ise yaklaşan sonun sinyallerini görememektir. Evet, bizler çoğu zaman dikkatsiziz. Hani derler ya "Göz göre göre..." işte tamda böyle. Görüyoruz ama idrak edemiyoruz ya da olmaz diyoruz. Aslında çok örnek var. Hayat da böyle değil mi? Vaktimiz var sanırız, daha genciz deriz. Ve sonra ölüm bulur bizi. Arkandan " Yazık, daha çok gençti, bir anda gidivermiş." derler. Aslında bir anda değildir. Yaşanan bir ömür vardır ve adım adım, saniye saniye ölüme gidilmiştir. İşte bu süreç olan sonun farkında olana ne mutlu.
... bir sonun hatırası...
Ne oluyor bu hatıraları yaşarken?
Pişmanlıklar, keşkeler söyleniyor,  kimi zaman bi özlem kimi zaman bir hüzün belki de...
Son, belki de bağıra bağıra geliyordur ama insan görmüyordur. Bazen, bu sonun hatırası bu dünyada yaşanırken, bazen de ahiret de yaşanacaktır.
Hayatını iyi geçirmemiş biri " Ey Rabbimiz! Yakın bir süreye kadar bizi ertele de senin çağrına uyalım ve peygamberlerin izinden gidelim" diyecek ahirette pişmanlıkla. Bazısı, tekrar şehit olabilmek için yaşadığı sonu tekrar yaşamak için dünyaya dönmek isteyecek özlemle.
Yaşarken de sonların hatıralarını yaşayacağız. Bu bitmeyecek. Çünkü hatalar yapıyoruz, gözden kaçırıyoruz. Ama galiba asıl önemli olan,her şeyde bir sonun yaklaştığının idrakinde olup kendimize çeki düzen vermek.

13 Mayıs 2016 Cuma

İNSANIN SURLARI

Neden devletler surlar dikerlerdi? Cevabı basit. Sahip olduğunu, değer verdiğini korumak için.
Bizim nedenimiz de aynı: Korumak istediklerimiz, sahip çıktıklarımız için surlarımızı örmeliyiz.
Surlarımızı neler teşkil etmeli?
Elimizde kural taşlarımız olmalı. Ve her taş yan yana, üst üste konulmalı. Duvarlar örülmeli. Duvarlar surları meydana getirmeli. Sahip olduklarımızı böylece koruma altına alabiliriz.
Sınırları, prensipleri, kuralları olmayan insan çabuk fethedilir. Gerek şeytan tarafından gerek insanlar... Bir orada bir burada yaşarlar, göçebe misali.
Surları olan insanlara ne mutlu. Sahip olduklarını korumaktalar, en çok da kendilerini... Ama asıl zorluk kural taşlarından sur inşa edebilmek değil, surları koruyabilmektir. Çünkü zaman, mekan, insan, şeytan ve nicesi saldırmış ve pes etmeden saldırmaya devam etmektedir.
Surda açılacak bir gediği dört gözle beklemektedir.
Taşlarımız ne kadar kalın, içi ne kadar doluysa o derecede galip geliriz. Fakat bir kural taşının çıkarılması, yıkılması yada gevşetilmesi geri dönüşü zor bir mağlubiyetin başlangıcı olabilir.
Açılan bir boşluktan düşman hucum edecektir, sahip olduklarını, koruduklarını yağmalayacak, nasıl ki işgal edilen bir devlet asimile olabiliyorsa, sen de çıkacaksındır sen olmaktan. Bir anlık gaflet, bir anlık uyku çorap söküğü gibi gelen bir işgale zemin hazırlamıştır.
İnsan, kuralları, sınırları ile kendini koruyabilir.
Surları duvarlar, duvarları taşlar; taşları kurallar teşkil ediyorken akla şu soru gelebilir:
Kurallar, sınırlar nelerdir? Cevabı tek kelime:
HUDUDULLAH.

11 Mayıs 2016 Çarşamba

BUKALEMUN İNSAN

Bukalemun insanlar... Bulunduğu ortamın rengine bürünenler. En basitinden, sağ eliyle yemesi gerekirken görgüsüzlük olduğunu düşünüp sol eliyle yiyenler. Hayır konuşması gerekirken moda konuşanlar. Sayısız örnek... Böylece boyanır dururlar ortamın rengine.
Renklere karşı değiliz elbette. Utanınca yüzde beliren kırmızıyı severiz mesela. Ama altın gibi olmuş bu özellik. Kim buna sahipse değerli bir şeye sahip olduğunu bilmeli. Ama en çok da "Allah'ın boyası" ile boyananlar olmalıyız. İnce noktaları yakalamak önemli. Bir tarafta bulunduğu ortamın rengini alanlar, diğer tarafta Allahı'n boyası ile boyananlar. İkisi de zahiren aynı. Bir renge bürünüyoruz. Ama fark açıkça belli. Bir örnek verelim. Eğer demiri her defasında güzelce boyarsan pas tutmaz. Bir gıdaya, gıda boyası koyarsan işin iç yüzünü bilenler tercih etmez. Ama bir grup vardır gıdanın rengine kapılıp gider. Hayat da öyle, yanlışların rengine kapılıp gidiyor maalesef insan.
Bir kötü nokta ise insanın kendi rengiyle değil, popüler olan renge bürünüp gezmesi sonucu temsil ettiği dini, milleti, aileyi v.s. temsil edemiyor oluşudur. Günümüzde her insan bir potada eritilmek isteniyor.
Bukalemun inanlardan daha kötüsü, bulunduğu kabın şeklini alan sıvı insanlardır. Bu tip insan da bulunduğu ortama göre davranır fakat adı üstünde sıvı yani cıvık insanlar. Sevilmezler. Ortam dağıldı mı yani kap kırıldı mı dağılır giderler. Kendini her tarafa bulaştırırlar.
Yazması, söylemesi kolay. Belki daha da kötüsü biz de bu durumlara düşüyorken, kendimizi böyle görmememiz, "Ben yapmam."  dememizdir. Hadi kabul ettik diyelim, bu sefer de "Başkalarından banane" deriz. Hadi bunu da demedik uğraştık didindik. Ama bu sefer de pes ederiz, "Anlatıyorum, anlatıyorum olmuyor" deriz. İşimiz 1 kere insanlarla mücadele, 3 kere kendimizle mücadeledir. Hz. Nuh'un kıssasından dersler çıkartmalıyız.
Kazananlar çok kişiye ulaşanlar değil, mücadelesini hakkıyla verenlerdir.
   

7 Mayıs 2016 Cumartesi

ENGELLER

Vezneciler metrosunu kullanan bilir. Gelen ve giden yolculara yolu göstermek için köşeleri dönerken yolu  ikiye ayıran şeritler vardır. Sırf o metroda değil çoğunda vardır. Dediğim gibi yolu ikiye ayırıp yol gösterirler. Ama bazı insanlar var ki bu ufak engelleri atlar, sırf bir kaç metre yolu kısaltabilmek için. Doğru yoldan gidince yol birazcık uzuyor. İşte insanlar bu ufak engeli geçip köşeyi hemen dönmektedirler. Evet, isteklerine kavuşurlar ama köşeyi döndüklerinde karşıdan gelen insan kalabalığının içinde kalırlar, onlara çarparlar. Yavaşlarlar...
Hayatta da böyle, insanlar ufak engellerden atlayarak, sınırları aşarak, kuralları çiğneyerek köşeyi döneceklerini sanıyorlar. Ama döndüklerinde metroda ki gibi karşıdan gelen insanların, kalabalığın, ve daha nicesinin ayakları altında eziliyor,yavaşlıyor, akıntıya karşı kürek çekmeye çalışıyorlar. Oysa bu engellerin bazıları, başta da dediğim gibi, insana yol göstermek içindir. Dağ yollarının kenarındaki bariyerler gibi, Onlar seni engellemez, uçurumdan uçmanı önler. 
İnsanın, engelleri, sınırları kuralları olmalı. Yoksa yoldan çıkar gider. Tıpkı tabelasız yolda varacağı yere ulaşmaya çalışan bir şoför gibi. 
Tabi ki her engele,kurala ya da sınıra insan gözü kapalı uymamalı. Hayatta iyiye götürenler olduğu kadar kötüye götürenler de mevcut.
Yapılması gereken, onların iyi bilinmesi. Hayat yolunda ehliyet sahibi olmak için sınavı geçmek, sınavı geçmek için de neyin ne olduğunu bilmek şarttır.  

5 Mayıs 2016 Perşembe

BEKLEMEK

Ümit Yaşar, Beşinci Mektub'unda ne güzel anlatır beklemeyi.
 "Ömür boyunca ya bekliyor ya bekletiyor insan"  
Bazen gerçekten sevdiğin elinden kayar gider. Yıkılırsın, yakarırsın, yalvarırsın... Nafile. Dizlerinin üzerine çöker kalırsın. Ve o bekleme saati sıfırdan başlar akmaya. Artık, son sürat ilerleyen bir araba gibi önüne geçeni ezecek, durduramayacağın iki zaman ilerlemekte. Biri ömür saati, diğeri bekleme saati. İkisi birbirinden farklı, birbirinden ayrı...
Muhtemeldir ki ömür saati daha önce durmakta.
Bir bekleme salonu gibidir dünya,
oturursun bir köşeye sessizce,
beklersin günlerce, aylarca, senelerce...
Gelip-gidenler, beklediğine kavuşanlar, ömür saati dolanlar,
 vazgeçip gidenler, inat edip bekleyenler... Etrafına bakarsın, ağlarsın, aldanırsın tak eder canına kalkıp gitmek istersin ama sonra beynini kemiren "Ya geliyorsa?" düşüncesi dizlerinin bağını çözer yığılır kalırsın yeniden.
Alışırsın salona, senin gibi bekleyen insanlara.
Ne yaptığını unutursun bazen orada.
Bi ara gözünü  ayırmadığın o saate ara ara başlarsın bakmaya.
Bu sabrediş artık dönüşmüştür hummalı bir hastalığa.
Ara ara gelir nöbetler yığılır kalırsın olduğun bir köşeye. Gelen hala yoktur. Nerde hata yaptığını anlarsın. Giden, değişmeye, seni unutmaya başlamıştır. Artık, tanımadığın o milyonlarca kişiden biri olmaktadır. Ama, sen hala sensin, o salonda beklemektesin, akan zamanı geri alacağına inanarak. Ne zaman geri gelir, ne giden.
Akan zaman başka zaman, gelen ise başka bir kişi.
Gelmez ki geri gittiği gibi.
Gözün saate ilişir, son saniyeleri sesini işitirsin, tik-tak-tik-tak. Salonun açılan kapısından gelen rüzgarı yüreğinde hissedersin. Ömür saatinin sonuna gelmişsindir.

3 Mayıs 2016 Salı

YOKSULLUK HER YERDE

Yoksulluk İçimizde. Mustafa Kutlu'nun 81 yılında yazdığı güzel ve sade kitabı. Neden yazım tarihini verdim? Bir huyum vardır, okumadan önce kitapların basım tarihlerine bakarım. Ne zaman yazıldığını bilmek önemlidir iyi bir tahlil için. Bu kitabın tarihine baktığımda şaşırdım çünkü sanki daha dün yazılmış gibi. Demek istediğim 81'de içimizdeki yoksulluk nasılsa bugünlerde de öyle. Hatta artık içimizden dışarıya da sirayet etmiştir.
Kitapta iki önemli karakter, Süheyla ve Engin.
Engin, dünya malı için sevdiğini terk ederken, Süheyla, "Hayyalel felah" çağrısına uymak için vazgeçiyor sevdiklerinden ve içindeki yoksulluğu, yoksulluğu da zenginliği de verene hicret ederek bitiriyor. Onun yaptığı bu hicret en önemli hicrettir çünkü fikren, ruhen ve kalben yapmıştır. İnsan ilk önce bu hicreti tamamlamalıdır, zira bedenler yenilse de hicret eden ruh yenilmez. Bunun tam tersini yapmakta olan, yani felahı ilk önce bedenen hicret ederek bulmaya çalışan Engin ise içindeki boşluktan kurtulamaz. Eski mahallesine döner Engin kurtuluşu bulmak için ama bulamaz çünkü her şey değişmiştir. Değişim bir rüzgar gibidir bazen insanın hoşuna gitse de unutulmamalıdır ki rüzgar, kasırgaya dönüşebilir ve insan ne kadar sağlam bir çınar olsa da bu kasırga insanı kökünden söküp sürükleyebilir. Bundan kurtulmanın yolu sadece toprağa sımsıkı sarılmak değil, birleşerek bir orman olmaktır.
Enginin yaptığı iki hata- ruhen hicret etmeden bedenen hicret etmek ve değişimi unutmak- bugün de bizim sorunumuz değil mi? Bir sıkıntıyla, bir sorunla bizi"öğüten bu dünya değirmeninde" karşılaştığımızda kendimizi sahile,parka sessiz bir köşeye gitmiyor muyuz, daha da kötüsü sigara ve alkolün kollarına atmıyor muyuz? Gidiyoruz, atıyoruz. Hicretimiz Allah'a olacakken nerelere ve nelere oluyor. Ve sonra sıkıntılarımız artıyor, artıyor,artıyor. Bunun bir nedeni ise, değişime kaptırmış olmamız kendimizi. Değişen bu dünya bizi Allah'ı anmaktan, kitabını anlamaktan alıkoyuyor. Hicreti, moda mekanlara, mağazalara, tekel bayilerine yapmamıza neden oluyor. Ve sonunda olan oluyor, yoksulluk içimizde olmuyor sadece.
Yoksulluk,
Allah'ı zikretmediği için kalbimizde,
İsrafa gittiğimiz için rızkımızda,
Düşünmediğimiz için düşüncelerimizde,
Haset beslediğimiz için sevgimizde,
Kibirlendiğimiz için saygımızda,
Mazlumları düşünmediğimiz için dualarımızda
...
oluveriyor.

Kısacası ilk önce yapmamız gereken:
"Allah'a firar edin"(Zariyat 50)
    

27 Nisan 2016 Çarşamba

Cimrilik Çağı

Taş Devri, Maden Devri, İlk Çağ, Orta Çağ, Yeni Çağ, Yakın Çağ. İlkokuldan beri görmekte olduğumuz tarihi devirler bunlar. Şimdi ise teknoloji çağında olduğumuz söyleniyor ki doğrudur her gün yeni bir şey piyasa sürülüyor. Benim dikkatimi çeken nokta devirlerin isimlerinin bile yada çağ açıp kapatan olayların çoğunun maddi oluşu. Maddi sistem öyle oturmuş ki insanlara bir şeyi anlatırken yada bir isim koyarken bile sistem gereği isimler koymaya başlamış. Şimdi de öyle, para kazandıran ne bu devirde? Teknoloji. Aralarında ufacık farklar olmasına rağmen fiyatlarında uçurumlar görülen araçlar her gün satılıyor. Hiç gördünüz mü "ahlak çağı", "iyilikler çağı" ve ya bunlara benzer şeyler. İyi insanlar yok muydu vardı ve var olmaya devam ediyor tabiki. Ama uzun süreli değiller, Çağ yerine gün kavramını kullanmayı tercih ediyoruz, işte ne bileyim bilmem ne günü, şu günü bugünü... İyi insanlar artıyordur ama kötüler daha hızlı sanırım. Devir teknoloji devri yani para devri  Konu da para olunca devir cimrilik devri oluveriyor. Bir hırsız, birine bir silah dayayıp " Ya paranı, ya canını" dese insanlar "canımı" diyecek noktada. Hatta o kadar ki, yeri geldi mi çöpünü attığı, yeri geldi mi tükürdüğü ve buna benzer şeyler yaptığı sokakları bile bir dilenciyle paylaşmaz oluyor insan. Şimdi biri diyebilir sokaklarına sahip çıkıyor. Durum böyle değil kardeşim, insan sahip çıktığı şeye özen gösterir, kirletmez. Hatta diyebiliriz ki işin içine biraz da ırkçılık giriyor. Son zamanlarda sıkça karşılaşıyorum bu durumla. Gerçekten insanlar sokakları dahi paylaşmayacak derece de cimrileşmiş.
Yıllar çağları getirmiş, çağlar da insanlardan ahlakı götürmüş.
Bir söz vardır: " İnsan paranın sahtesini yaptı, para da insanın..." Ne kadar doğru bir söz. Zaman aktıkça sahte paralar da sahte insanlar da çoğalıyor. Neden böyle diyorum? Çünkü kime sorsan kalbi temiz, insanları sever, herkese adil davranır, yoksula yetime yardım eder, bir yerde gönüllü çalışır, hayvanları besler... Ooo ooo sayısız örnek. Hakkıyla bunları yerine getirenleri dışarıda bırakarak söylüyorum, diğerlerinin bir menfaati olmadıkça bu işleri yapmazlar. Kimse kimseyi kandırmasın.
Zaman aktı, akıyor, çağlar değişti, değişecek, şimdi teknoloji çağındayız, teknoloji gelişiyor, cimrilik artıyor, ahlak azalıyor. Robotlar insanlara değil, insanlar robotlara benzemeye başlıyor.
Dediğim gibi şu günlerde sokaklarımızı bile paylaşamıyoruz, korkarım ki biraz daha zaman geçse aldığımız havayı bile paylaşmayacağız, "Git başka yerde nefes al diyeceğiz".
Durup, düşünüp, utanmak lazım.    

26 Nisan 2016 Salı

Kitap Önerileri

Adam Fawer- Olasılıksız.
Ahmet Hamdi Tanpınar- Huzur, Mahur Beste.
Ahmet Ümit- İstanbul Hatırası, Bab-ı Esrar, Sis ve Gece.
Dan Brown- Cehennem, Da Vinci Şifresi.
George Orwell- Hayvan Çiftliği
İsmet Özel- Waldo Sen Neden Burda Değilsin?
John Verdon- Aklından Bir Sayı Tut.
Metin Karabaşoğlu- Peygamberin Kardeşleri
Moliere- Kibarlık Budalası
Mustafa Kutlu- Yoksulluk İçimizde
Mustafa Ulusoy- Dünyanın Üç Yüzü
Peyami Safa- Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Matmazel Noralya'nın Koltuğu, Fatih- Harbiye, Biz İnsanlarız
Rasim Özdenören- Müslümanca Yaşamak, Müslümanca Düşünmek Üzerine Denemeler.
Stefan Zweig- Satranç.

Fast-Başarı

Örnek alındığı söylenen hatta sadece iyi(!) haysiyetlerinin alındığı belirtilen Avrupa'nın ister istemez yemek kültürü de ülkemize girmiş bulunuyor. Pizzacısı, hamburgercisi, kahvecisi... Daha da çoğaltabileceğimiz bu örnekler fast-food kategorisine giriyor. Yani etrafımız 30 dakikadan az gelen pizzacılarla, bir kaç dakikada menü hazırlayabilenlerle, kahvenizi ayaküstü hemen içebileceğiniz kahvecilerle dolu. Yemek kategorisinde hız güzeldir diyebilirsiniz, ee haklısınız da. Ama bu ülkede "hızın" hızını kesemiyoruz. Etrafımız sürekli hızlanan şeylerle dolmaya başladı: internet, arabalar v.s. "Bu da güzel" diyebilirsiniz ve yine haklısınız.
Karnı aç olanlar bu kadar hızlı doyurulabiliniyorsa. Başarıya aç(!) insanlar da hızlıca başarıya ulaşmak isteyeceklerdir. Herkesin gözlemlediği bir durum var, örneğin bir üniversite öğrencisi, sınavlardan önce pizzacıya gider gibi kırtasiyeye gider şöyle bir bakar hangi notlar var sonra da "Ben şundan şundan çektireyim" der. kırtasiyeci de istediğini yerine getirir üstelik bir fast-food dükkanında nasıl yemek sıcak geliyorsa burda da notlar sıcacık gelmektedir, üstelik kısa bir süre de. Nasıl ki bir hamburger 5 dakika da bitiyorsa notlar da 5 dakika okunur ve sınava girilir. sonuç F'dir.   Ama denilir ki "Çalıştık o kadar sınavda zordu yapamadık." Başarıya aç aynı zamanda 4.5G'ye (yüksek hıza) alışık kardeşim sene sonu görür 5F. 4.5 u da geçmiştir artık. Hedef hızlandırılmış yaz okulu. Fast-food nasıl zararlıysa fast-başarıyı istemek de böyle zararlıdır.
Yani, başarıya aç olmakla karnı aç olmayı karıştırmamak lazım. Birinde 2 saat sonra boşalacak bir mide dolmakta, diğerinde ise sindire sindire öğrenildiğinde unutmayacak beyin dolmaktadır.
O kadar alışmışız ki ama hıza, başarı da hemen gelsin istiyoruz. Olmuyor arkadaşlar böyle.
 Başarı, emek, sabır ister.  

25 Nisan 2016 Pazartesi

İletişim Formu

Hakkımda

Edebiyatı meslek olarak değil yaşamımın bir parçası olarak seçmiş mühendislik öğrencisiyim. Blogumda ise yazılarımı takip edenlerle bir muhabbet havası içerisinde hayata dair deneyimlerimizi hayata dair denemelere çevirmeye çalışmaktayım.

İletişim

https://twitter.com/OsmanfMahanoglu
osmanf.mahanoglu@gmail.com