18 Mayıs 2016 Çarşamba

BAŞLAYAN SON

Vakti zamanında başlayan bir sonun hatırasını yaşıyoruz çoğu zaman.
Evet, başlayan son. Neden böyle diyorum? Çünkü son bir kaza gibi anlık değildir. Göz kırpıp açıncaya kadar geçen bir zaman da değildir. Son, bir süreçtir. Lakin bize bir anlık gelir çoğu zaman. Nedeni ise yaklaşan sonun sinyallerini görememektir. Evet, bizler çoğu zaman dikkatsiziz. Hani derler ya "Göz göre göre..." işte tamda böyle. Görüyoruz ama idrak edemiyoruz ya da olmaz diyoruz. Aslında çok örnek var. Hayat da böyle değil mi? Vaktimiz var sanırız, daha genciz deriz. Ve sonra ölüm bulur bizi. Arkandan " Yazık, daha çok gençti, bir anda gidivermiş." derler. Aslında bir anda değildir. Yaşanan bir ömür vardır ve adım adım, saniye saniye ölüme gidilmiştir. İşte bu süreç olan sonun farkında olana ne mutlu.
... bir sonun hatırası...
Ne oluyor bu hatıraları yaşarken?
Pişmanlıklar, keşkeler söyleniyor,  kimi zaman bi özlem kimi zaman bir hüzün belki de...
Son, belki de bağıra bağıra geliyordur ama insan görmüyordur. Bazen, bu sonun hatırası bu dünyada yaşanırken, bazen de ahiret de yaşanacaktır.
Hayatını iyi geçirmemiş biri " Ey Rabbimiz! Yakın bir süreye kadar bizi ertele de senin çağrına uyalım ve peygamberlerin izinden gidelim" diyecek ahirette pişmanlıkla. Bazısı, tekrar şehit olabilmek için yaşadığı sonu tekrar yaşamak için dünyaya dönmek isteyecek özlemle.
Yaşarken de sonların hatıralarını yaşayacağız. Bu bitmeyecek. Çünkü hatalar yapıyoruz, gözden kaçırıyoruz. Ama galiba asıl önemli olan,her şeyde bir sonun yaklaştığının idrakinde olup kendimize çeki düzen vermek.

13 Mayıs 2016 Cuma

İNSANIN SURLARI

Neden devletler surlar dikerlerdi? Cevabı basit. Sahip olduğunu, değer verdiğini korumak için.
Bizim nedenimiz de aynı: Korumak istediklerimiz, sahip çıktıklarımız için surlarımızı örmeliyiz.
Surlarımızı neler teşkil etmeli?
Elimizde kural taşlarımız olmalı. Ve her taş yan yana, üst üste konulmalı. Duvarlar örülmeli. Duvarlar surları meydana getirmeli. Sahip olduklarımızı böylece koruma altına alabiliriz.
Sınırları, prensipleri, kuralları olmayan insan çabuk fethedilir. Gerek şeytan tarafından gerek insanlar... Bir orada bir burada yaşarlar, göçebe misali.
Surları olan insanlara ne mutlu. Sahip olduklarını korumaktalar, en çok da kendilerini... Ama asıl zorluk kural taşlarından sur inşa edebilmek değil, surları koruyabilmektir. Çünkü zaman, mekan, insan, şeytan ve nicesi saldırmış ve pes etmeden saldırmaya devam etmektedir.
Surda açılacak bir gediği dört gözle beklemektedir.
Taşlarımız ne kadar kalın, içi ne kadar doluysa o derecede galip geliriz. Fakat bir kural taşının çıkarılması, yıkılması yada gevşetilmesi geri dönüşü zor bir mağlubiyetin başlangıcı olabilir.
Açılan bir boşluktan düşman hucum edecektir, sahip olduklarını, koruduklarını yağmalayacak, nasıl ki işgal edilen bir devlet asimile olabiliyorsa, sen de çıkacaksındır sen olmaktan. Bir anlık gaflet, bir anlık uyku çorap söküğü gibi gelen bir işgale zemin hazırlamıştır.
İnsan, kuralları, sınırları ile kendini koruyabilir.
Surları duvarlar, duvarları taşlar; taşları kurallar teşkil ediyorken akla şu soru gelebilir:
Kurallar, sınırlar nelerdir? Cevabı tek kelime:
HUDUDULLAH.

11 Mayıs 2016 Çarşamba

BUKALEMUN İNSAN

Bukalemun insanlar... Bulunduğu ortamın rengine bürünenler. En basitinden, sağ eliyle yemesi gerekirken görgüsüzlük olduğunu düşünüp sol eliyle yiyenler. Hayır konuşması gerekirken moda konuşanlar. Sayısız örnek... Böylece boyanır dururlar ortamın rengine.
Renklere karşı değiliz elbette. Utanınca yüzde beliren kırmızıyı severiz mesela. Ama altın gibi olmuş bu özellik. Kim buna sahipse değerli bir şeye sahip olduğunu bilmeli. Ama en çok da "Allah'ın boyası" ile boyananlar olmalıyız. İnce noktaları yakalamak önemli. Bir tarafta bulunduğu ortamın rengini alanlar, diğer tarafta Allahı'n boyası ile boyananlar. İkisi de zahiren aynı. Bir renge bürünüyoruz. Ama fark açıkça belli. Bir örnek verelim. Eğer demiri her defasında güzelce boyarsan pas tutmaz. Bir gıdaya, gıda boyası koyarsan işin iç yüzünü bilenler tercih etmez. Ama bir grup vardır gıdanın rengine kapılıp gider. Hayat da öyle, yanlışların rengine kapılıp gidiyor maalesef insan.
Bir kötü nokta ise insanın kendi rengiyle değil, popüler olan renge bürünüp gezmesi sonucu temsil ettiği dini, milleti, aileyi v.s. temsil edemiyor oluşudur. Günümüzde her insan bir potada eritilmek isteniyor.
Bukalemun inanlardan daha kötüsü, bulunduğu kabın şeklini alan sıvı insanlardır. Bu tip insan da bulunduğu ortama göre davranır fakat adı üstünde sıvı yani cıvık insanlar. Sevilmezler. Ortam dağıldı mı yani kap kırıldı mı dağılır giderler. Kendini her tarafa bulaştırırlar.
Yazması, söylemesi kolay. Belki daha da kötüsü biz de bu durumlara düşüyorken, kendimizi böyle görmememiz, "Ben yapmam."  dememizdir. Hadi kabul ettik diyelim, bu sefer de "Başkalarından banane" deriz. Hadi bunu da demedik uğraştık didindik. Ama bu sefer de pes ederiz, "Anlatıyorum, anlatıyorum olmuyor" deriz. İşimiz 1 kere insanlarla mücadele, 3 kere kendimizle mücadeledir. Hz. Nuh'un kıssasından dersler çıkartmalıyız.
Kazananlar çok kişiye ulaşanlar değil, mücadelesini hakkıyla verenlerdir.
   

7 Mayıs 2016 Cumartesi

ENGELLER

Vezneciler metrosunu kullanan bilir. Gelen ve giden yolculara yolu göstermek için köşeleri dönerken yolu  ikiye ayıran şeritler vardır. Sırf o metroda değil çoğunda vardır. Dediğim gibi yolu ikiye ayırıp yol gösterirler. Ama bazı insanlar var ki bu ufak engelleri atlar, sırf bir kaç metre yolu kısaltabilmek için. Doğru yoldan gidince yol birazcık uzuyor. İşte insanlar bu ufak engeli geçip köşeyi hemen dönmektedirler. Evet, isteklerine kavuşurlar ama köşeyi döndüklerinde karşıdan gelen insan kalabalığının içinde kalırlar, onlara çarparlar. Yavaşlarlar...
Hayatta da böyle, insanlar ufak engellerden atlayarak, sınırları aşarak, kuralları çiğneyerek köşeyi döneceklerini sanıyorlar. Ama döndüklerinde metroda ki gibi karşıdan gelen insanların, kalabalığın, ve daha nicesinin ayakları altında eziliyor,yavaşlıyor, akıntıya karşı kürek çekmeye çalışıyorlar. Oysa bu engellerin bazıları, başta da dediğim gibi, insana yol göstermek içindir. Dağ yollarının kenarındaki bariyerler gibi, Onlar seni engellemez, uçurumdan uçmanı önler. 
İnsanın, engelleri, sınırları kuralları olmalı. Yoksa yoldan çıkar gider. Tıpkı tabelasız yolda varacağı yere ulaşmaya çalışan bir şoför gibi. 
Tabi ki her engele,kurala ya da sınıra insan gözü kapalı uymamalı. Hayatta iyiye götürenler olduğu kadar kötüye götürenler de mevcut.
Yapılması gereken, onların iyi bilinmesi. Hayat yolunda ehliyet sahibi olmak için sınavı geçmek, sınavı geçmek için de neyin ne olduğunu bilmek şarttır.  

5 Mayıs 2016 Perşembe

BEKLEMEK

Ümit Yaşar, Beşinci Mektub'unda ne güzel anlatır beklemeyi.
 "Ömür boyunca ya bekliyor ya bekletiyor insan"  
Bazen gerçekten sevdiğin elinden kayar gider. Yıkılırsın, yakarırsın, yalvarırsın... Nafile. Dizlerinin üzerine çöker kalırsın. Ve o bekleme saati sıfırdan başlar akmaya. Artık, son sürat ilerleyen bir araba gibi önüne geçeni ezecek, durduramayacağın iki zaman ilerlemekte. Biri ömür saati, diğeri bekleme saati. İkisi birbirinden farklı, birbirinden ayrı...
Muhtemeldir ki ömür saati daha önce durmakta.
Bir bekleme salonu gibidir dünya,
oturursun bir köşeye sessizce,
beklersin günlerce, aylarca, senelerce...
Gelip-gidenler, beklediğine kavuşanlar, ömür saati dolanlar,
 vazgeçip gidenler, inat edip bekleyenler... Etrafına bakarsın, ağlarsın, aldanırsın tak eder canına kalkıp gitmek istersin ama sonra beynini kemiren "Ya geliyorsa?" düşüncesi dizlerinin bağını çözer yığılır kalırsın yeniden.
Alışırsın salona, senin gibi bekleyen insanlara.
Ne yaptığını unutursun bazen orada.
Bi ara gözünü  ayırmadığın o saate ara ara başlarsın bakmaya.
Bu sabrediş artık dönüşmüştür hummalı bir hastalığa.
Ara ara gelir nöbetler yığılır kalırsın olduğun bir köşeye. Gelen hala yoktur. Nerde hata yaptığını anlarsın. Giden, değişmeye, seni unutmaya başlamıştır. Artık, tanımadığın o milyonlarca kişiden biri olmaktadır. Ama, sen hala sensin, o salonda beklemektesin, akan zamanı geri alacağına inanarak. Ne zaman geri gelir, ne giden.
Akan zaman başka zaman, gelen ise başka bir kişi.
Gelmez ki geri gittiği gibi.
Gözün saate ilişir, son saniyeleri sesini işitirsin, tik-tak-tik-tak. Salonun açılan kapısından gelen rüzgarı yüreğinde hissedersin. Ömür saatinin sonuna gelmişsindir.

3 Mayıs 2016 Salı

YOKSULLUK HER YERDE

Yoksulluk İçimizde. Mustafa Kutlu'nun 81 yılında yazdığı güzel ve sade kitabı. Neden yazım tarihini verdim? Bir huyum vardır, okumadan önce kitapların basım tarihlerine bakarım. Ne zaman yazıldığını bilmek önemlidir iyi bir tahlil için. Bu kitabın tarihine baktığımda şaşırdım çünkü sanki daha dün yazılmış gibi. Demek istediğim 81'de içimizdeki yoksulluk nasılsa bugünlerde de öyle. Hatta artık içimizden dışarıya da sirayet etmiştir.
Kitapta iki önemli karakter, Süheyla ve Engin.
Engin, dünya malı için sevdiğini terk ederken, Süheyla, "Hayyalel felah" çağrısına uymak için vazgeçiyor sevdiklerinden ve içindeki yoksulluğu, yoksulluğu da zenginliği de verene hicret ederek bitiriyor. Onun yaptığı bu hicret en önemli hicrettir çünkü fikren, ruhen ve kalben yapmıştır. İnsan ilk önce bu hicreti tamamlamalıdır, zira bedenler yenilse de hicret eden ruh yenilmez. Bunun tam tersini yapmakta olan, yani felahı ilk önce bedenen hicret ederek bulmaya çalışan Engin ise içindeki boşluktan kurtulamaz. Eski mahallesine döner Engin kurtuluşu bulmak için ama bulamaz çünkü her şey değişmiştir. Değişim bir rüzgar gibidir bazen insanın hoşuna gitse de unutulmamalıdır ki rüzgar, kasırgaya dönüşebilir ve insan ne kadar sağlam bir çınar olsa da bu kasırga insanı kökünden söküp sürükleyebilir. Bundan kurtulmanın yolu sadece toprağa sımsıkı sarılmak değil, birleşerek bir orman olmaktır.
Enginin yaptığı iki hata- ruhen hicret etmeden bedenen hicret etmek ve değişimi unutmak- bugün de bizim sorunumuz değil mi? Bir sıkıntıyla, bir sorunla bizi"öğüten bu dünya değirmeninde" karşılaştığımızda kendimizi sahile,parka sessiz bir köşeye gitmiyor muyuz, daha da kötüsü sigara ve alkolün kollarına atmıyor muyuz? Gidiyoruz, atıyoruz. Hicretimiz Allah'a olacakken nerelere ve nelere oluyor. Ve sonra sıkıntılarımız artıyor, artıyor,artıyor. Bunun bir nedeni ise, değişime kaptırmış olmamız kendimizi. Değişen bu dünya bizi Allah'ı anmaktan, kitabını anlamaktan alıkoyuyor. Hicreti, moda mekanlara, mağazalara, tekel bayilerine yapmamıza neden oluyor. Ve sonunda olan oluyor, yoksulluk içimizde olmuyor sadece.
Yoksulluk,
Allah'ı zikretmediği için kalbimizde,
İsrafa gittiğimiz için rızkımızda,
Düşünmediğimiz için düşüncelerimizde,
Haset beslediğimiz için sevgimizde,
Kibirlendiğimiz için saygımızda,
Mazlumları düşünmediğimiz için dualarımızda
...
oluveriyor.

Kısacası ilk önce yapmamız gereken:
"Allah'a firar edin"(Zariyat 50)