20 Ekim 2017 Cuma

KORKULARIMIZ KİMLİKLERİMİZ

Doğduğu dünyadan korktuğu için ağlayan yeni doğmuş bebekler.
Düşmekten korkan yürümeye yeni başlayan çocuklar.
Faturadan korkan faturasız hat kullanan öğrenciler.
İş bulamamaktan korkan mezunlar.
İyilikten korkan pesimistler.
Açlık yüzünden ölmekten korkan dilenciler,
Ve
Parasını onla paylaşmaktan korkan cimriler.
Hümanist olup insandan korkan varlıklar.
Leylasını bulamamaktan korkan mecnunlar.
Kalabalıktan korkup tek başına dolaşan münzeviler.
Gerçeğin ortaya çıkmasından korkan alimler.
İşe geç kalmaktan korkan robotlar.
Son model telefonunun bozulacağından korkan taksitliler.
Makyajının akmasından korkan maskeliler
Ve
İndirimi kaçırmaktan korkan gösteriş meraklıları.
Ocakta yemeğini unutmaktan korkan ev hanımları.
Oturduğu yerden kalkamayacağından korkan yaşlılar.
Sözünde durmaktan korkan yalancılar.
Allah’tan korkan inanmışlar
Ve
Korkmayan zavallılar.
Ardından,
Korkularından arınmış ölüler.
Tüm bunlar insanların korkuları.
Korkuları ise kimlikleri. 




13 Nisan 2017 Perşembe

VALLAHİ ŞİKAYETÇİYİM BİZDEN

Ah dostum,
Yemin etmiştik ya
Tükürüğümüz ile boğacağımız(!) zalimleri
Gözyaşı ile boğmaya.
Ağlıyorduk ya
Ölüme soğuk bir suda denk gelen Aylan’a,
Ambulansta ağlayamayan Ümran’a.
Ağlıyorduk hani,
Cenneti bir elma kokusunda bulan Ahmed’e,
Daha ilk nefesini veremeden son nefesini veren Muhammed’e.
Ah dostum,
Şimdi görüyorum ki
Gözyaşlarımız kurumuş ulaşamadan dudaklara.
Sonra da girmişiz sıcak yataklara.
Kardeş dediklerimiz ise mezardan yatakta.
Uyumadan önce düşünüyor muyuz?
Üşüyor mu Ayşe, aç mı Hamza?
Şu baba kaçıncı çocuğunu koyuyor toprağa,
Peki şu annenin kaçıncı bebeği kefene sardığı, sarmadan kundağa.
Ah dostum,
Eller açılıyor bir dakikalığına semaya:
”Allah’ım ebabilleri gönder mazlumlara!”
Duasıdır ki bu, taşı eline alanların değil, koyanların ebabilin gagasına.
Vallahi yalvarmalıyız, yakarmalıyız.
“Allah’ım bizleri ebabil kıl.”
Vallahi bir taş değil bin taş atarız.
Yetmezse vücutlarımız taş eyle,
Yağdır bizi Her bir zalimin üzerine.
Dostum,
Onlar ki Allah yolunda şehitler,
Cennet meyvesiyle nimetlenenler.
Peki ya bizler?
“Şehit oldular” deyip kendimizi kandırdığımız bizler,
Allah yolunda savaşmaktan gizli gizli kaçan bizler,
Slogandan öteye gitmeyen sese sahip bizler?
Şimdi soruyorum bizlere,
Melekler sormadan önce.
Onların hakkı yok muydu?
Allah için yaşamaya,
Bir gülü koklamaya,
Annesine sarılmaya,
Babasının yolunu gözlemeye,
Ağlayarak kapanmak secdelere?
Bizler gibi(!)
Ah dostum işte böyle.
Biz ne hakkediyoruz yaşamayı ne de şehit olmayı.
Bu dünyada gördüğümüz acı,
Cehennemde tadacağımız azabın bir payı.
Vallahi şikayetçiyim bizden,
Vallahi şikayetçi.

11 Nisan 2017 Salı

ZAMANSIZ ZAMAN

1)Henüz saatin icat edilmediği dönemde, bir horozun ötüşü ile uyanılan sıradan bir güne uyanıyordu insanlar. Belki de kimisinin horozu biraz geç ötüyordu, kimisininki ise bilmem kaçıncı kez…
Gün başlıyordu. Kahvaltılar hazırlanıyordu. İnsanlar keyifli idi. Kimisi tarlaya gidiyordu, kimisi atölyeye… Herkes işinin başında idi.
Gölgeler iyice kısalmıştı, öğlen olmuştu. Daha öğlen olmasına rağmen işlerinin çoğunu bitirmişti insanlar. Biraz dinlenmeleri hakları idi. Yemek yiyen oldu, su içen…
Artık gökyüzü kızıla boyanmaya, güneşe ise çıplak gözle daha rahat bakılmaya başlanmıştı. Akşam düşmüştü ülkeye. İnsanlar tüm işlerini bitirmiş mutlu bir şekilde eve gidiyorlardı.
Meydanda, karanlığın içinden bir genç koşarak geliyordu. Elinde büyükçe bir şey, yüzünde bir gülümseme.
“Oldu. Yaptım. Yaptım!” diye bağırıyordu.
Kalabalıktan bir ses:
“Ne oldu, ne yaptın?” diye sordu.
Genç:
“Saat yaptım, saat. Artık zamanı daha kolay öğreneceğiz. Bakın günü 24’e ayırdım. Yani bir günde 24 saat var.” dedi.
Bu sefer başka bir ses:
“ Ne çok vaktimiz varmış bizim.” dedi.

2)Bir günde binlerce saatin üretildiği bir dönemde, bir telefonun çalar saati ile uyanılmaya çalışılan sıradan bir güne uyanmaya çalışıyordu insanlar. Belki de kimisinin saati biraz geç çalıyor. Kimisinin ise üçüncü ertelenişi idi.
Gün başlıyordu. Dolaptan bir iki zeytin atılıyordu ağza. Yol üstünde alınacak bir simit ve kahve öğlene kadar yetecekti. Kimisi işe giderken telefonundan sanal tarlasını sürüyor, kimisi ise bir oyunun içindeki atölyede bir şeyler üretiyordu. Ve sonunda herkes masanın başında idi.
Uykusuz geçen bir geceden dolayı gözler iyice kısalmıştı, öğlen olmuştu. Öğlen olmasına rağmen işlerin çoğu duruyordu. Biraz dinlenmeyi hak et(me)mişlerdi. Kahve içen oldu, sigara içen…
Artık gözler kıpkırmızı olmaya başlamıştı, akşam olmuştu. İnsanlar işlerini bitirememiş, mutsuz bir şekilde eve gidiyorlardı.
Otobüs durağında, elindeki büyük çantadan anlaşıldığı üzere eve iş götüren bir genç, orta yaşlı olana yaklaştı.
Ve
“Saat kaç acaba” diye sordu.
“Bu devirde saati her yerden öğreniyorsun. Baksana telefonuna. Ne bileyim yolda her yerde saatler var. Otobüste var. Her yerde var. Artık saati öğrenmek çok kolay.” dedi orta yaşlı olan ve devam etti.
“9 oluyor.”
Genç olan:
“Ne kadar az vaktim kalmış.” dedi.

Ne demişler?
“Saati koluna takmakla zamana hâkim olamazsın.”
Gün hiç değişmedi. Hep 24 saat idi. Peki değişen ne idi? Neden yetmiyordu insana artık bu zaman?
Değişen insan idi, insanın arkadaşları idi.
Kimi boş muhabbete katıldı,
Kimi vakit öldürmek için bir oyuna.
Bazısı şeytana uydu,
Bazısı yanlış arkadaşlara.

Görüyoruz ki:
Saatler çoğaldı lakin vaktimiz çok azaldı.






8 Nisan 2017 Cumartesi

CEZAEVİNE DİKİLEN AĞAÇ

Metroda rast geldiğim bir reklam afişi çekmişti dikkatimi. Bir cezaevine 10000 kitaplık bir kütüphane açılacakmış. Hangi il hangi cezaevi pek hatırlayamıyorum. Sinop cezaevi olabilir. Eğer Sinop ise iş daha da garip bir hal almıyor değil. Zira Sinop cezaevi en eski cezaevlerinden biridir ve belki de dönemin en kaçınılası yeridir. Sinop cezaevi hakkında birkaç yazı okursanız bunları görebilirsiniz.
Hatta birkaç yazara da rastlamanız mümkündür.
Benim için cezaevinin bu yazıda ismi önemli değil. Buradaki önemli nokta bir cezaevine kütüphane açılması. Hem de 10000 kitaplık. Trajikomik bir olay. Bu yazıyı okuyanlar kesinlikle benim “mahkumlara kitap götürmeye ne gerek var?” gibi bir düşünceye sahip olduğumu düşünmesinler. Bilakis herkes okumalıdır. Dikkatleri çekmek istediğim nokta bu kütüphanenin açılışının bir reklam haline getirilmesi.
İnsan cezaevinde böyle bir şey açıldığına sevindiği kadar, aynı zamanda bu kadar mahkûmu buraya düşürmeden önce kütüphaneler ile tanıştırılmadıklarına üzülmesi gerek. Tanıştırılmadıkları diyorum çünkü her insan temiz bir fıtrat üzerine doğar onu yoldan çıkaran çevresi, yaşadığı toplumdur.
Burada Zootropolis isimli bir animasyon filminden örnek vermek istiyorum. Filim isminden de anlaşılacağı üzerine hayvanlar üzerinden toplum eleştirisi yapılıyor. Bir tilki karakteri var. Adı Nick Wild. Tabi ki kurnaz ve üçkağıtlar ile para kazanan bir karakter. Nick, küçük yaşta izci olmak ister fakat katılacağı izci grubunun tamamının av hayvanlarından oluşması onun dışlanmasına sebep olmuştur. Durum böyle olunca da avcı olan Nick’in tüm hayalleri suya düşmüştür. İşte önemli olan nokta geliyor. Nick, yanındaki tavşana:
“Madem hayat beni tilki olarak görüyor, tilki olmaya zorluyor ben de o zaman tilki olacağım dedim.” Diyor.
İçinde olduğumuz toplum kişi üzerinde çok büyük bir etki sahibidir. Toplum kişiyi yanlışa sürükleyebilir. Birbirimize “İşte sen böylesin.” “Senden de bu beklenirdi.” “Aman o zaten hırsızın teki.” Gibi cümleler kurdukça o kişi veya kişiler, ne kadar iyi bir insan olmak istese de olamayacaktır.
Tabi ki her suçta kişinin de hatası vardır. Ama toplumun da hatalı olduğunu unutmamak gerek. Zira sonra hapishanede kütüphane açınca seviniriz.
Düşünsenize, İstanbul’da bir baharı anlatan bir romanı okuyor mahkûm. Sizce bu bir hediye mi yoksa yeniden “İşte sen busun. Sen burayı hakkediyorsun. Dışarı ise bizim.” Demek midir?
Hapishaneye ne kadar çok kitap giriyorsa o kadar mahkûmun da var olduğunu unutmayalım.
Son olarak:
Ülkemizde kişi başına düşen yıllık kitap sayısı 8. Okumuyoruz yani. Ee okumayıp kitapları cezaevine gönderiyoruz. Kitapları da mı dışlıyoruz? “Senin gibi bir kitap ceza çekmeli.” Mi diyoruz? Daha öncede dediğim gibi mahkumlar okumasın demiyorum, okusunlar en çok onlar okusunlar. Ben sadece özgür olan insanların bir şeylerin farkına varmasını istiyorum.
Hapishanelerde kendimizi kütüphaneye kapatmadan önce kütüphanelere mahkûm olmalıyız.