22 Mayıs 2018 Salı

KALABALIKTAN UZAKTA (2)


“Nereden başlasam" dedi,
Berjere oturmuş, karanlık çökmek üzere olan sokağa bakan.

Ve
Önünde bir kâğıt bir kalem ilacı olan.


SUSMUŞ HAYALLER
İnsanların, hızlı yargılama, hızlı vazgeçme, hızlı reddetme gibi özelliklere sahip olmasının sebebini zamanın hızlı akmasına, insanın aceleci yaratılmış olmasına ve bilgisizliğine veya bazı hasletlerinin körelmiş olmasına bağlıyordu. Sıklıkla çevresindekiler ile yaşadığı bu durum onu ziyadesiyle rahatsız ediyordu. Ne zaman bir fikir sunsa, bir hayalini açıklasa insanların tepkileri ya dalga geçmek ya da reddetmek oluyordu. Bu sebeple hayallerini rahatça dile getiremez olmuştu. Sıkılıyor, çekiniyor açıklamak istiyor fakat dilindeki bıçak konuşmasına izin vermiyor, verdiği zamanlarda ise dilinde derin yaralar açıyordu. Ardında kan sanki boğazına doluyor ve onu boğuyordu. Susuyordu. Bu bir tercih değil, bir zorunluluktu. Yalnız kaldığı zamanlarda ise tüm bu korkulardan ve dünyadan arınıp kendi dünyasına çekiliyordu. Karınca sürüsüne, neredeyse 7/24 çalışması ve kendine vakit ayırmaması yönleriyle benzettiği insanlar arasında ise kulaklarını ve gözlerini kapardı. Çünkü
“Kalabalığın içinde gözlerini ve kulaklarını kapamak, olmak istediğin dünyanın anahtarıdır.”
Diye düşünmekteydi.
Onu, kendine ait yeni bir dünya keşfetmesine iten işte bu insanoğluydu. Her şerde bir hayır vardır diyerek hiçbir zaman onlara kızmamaya çalışmaktaydı. Çünkü kötülük bir başkasından gelebilir fakat iyiliğin bizim gösterdiğimiz tavra bağlı olarak meydana geldiğini düşünmekteydi. Sezai Karakoç’tan bir alıntıyı aklından sürekli geçirmekteydi:
“Kötülükleri bitiremeyiz ama iyilikleri çoğaltabiliriz.”



Zor bir günün ardından çayını almış ve koltuğuna oturmuştu. Dışarıda oynayan çocukları izliyordu. Çocukların oynadığı oyunu anlamaya çalışıyordu. Neredeyse her gün yeni bir oyun üretip oynuyorlardı.
            “Bir tahtayı araba, bir taşı ev yapabiliyorlar. Yani onlar, kendilerine göre imkânsızı hayal ediyorlar. Üstelik bu hayalleri birbirleri ile paylaşabiliyorlar” dedi kendi kendine.

Kalemi ve kâğıdı aldı eline.
“Hayaller engellenmemeli” dedi camdaki görüntüsüne.
Korkma. Hayallerimiz var kimsenin sahip olmadığı. Biraz çocuksu, ama bir o kadar mutluluk verici. Güler geçerler bu çocuksu hayallere. Ama bir insan yetişkin olabilir mi bebek olmadan, emeklemeden, çocuk olmadan? Hayallerde böyledir. Bebektir, emeklerler; çocuktur, güldürürler. Ama hayallerimizi büyüttüğümüzde şaşırıp kalırlar. Ayrıca o çocuksu yanı biraz da kalmalı hep. Zorluklara aldırış etmeden, yenilsek bile yeniden doğmayı inat edindiğimizi gösterircesine kalmalı.
Hayal gücünün sınırlarını zorlamalı insan. Bir okyanus misali, ne ufuk gözükmeli, ne de en derin noktası keşfedilmeli. Bu sulara dalan için keşfedebilecekleri bitmemeli.
O an yapılabilecek bir şey, bir hayal değildir. O, sadece bir plan oluverir. Asıl olan, içinde bulunulan zaman için imkânsızı düşleyebilmektir. İşte, hayal budur.
Hayal okyanusunu beslerken insan, ayaklarını yerden kesmemeli, kuş olup uçuvermemeli. İmkânsız gibi gözükeni yapabilmek için elinden geleni yapmalı.

Ama dikkat etmeli, herkese söylememeli, herkesin sularında yüzmesine izin vermemeli. Çünkü yüzdükçe kirletir insan.
Hayallerimizi, düşüncelerimizi kime açacağımızı bilmeliyiz. Bu demek değildir ama en yakınına, annene ya da babana... En yakını bile zarar verir, en beklenmedik bir anda.
Hayallerinizi yıkarlar, bozarlar ve bunu yaparken hiç mi hiç acımazlar. Dalga geçerler, aşağılarlar...
Pes etmemektir çare. Sınırları, ufukları zorlayarak, surları yıkarak, selleri okyanusa katarak ilerlemeliyiz.
Bazen, hatta çoğunlukla susmalıyız. İçimizde saklamalıyız her şeyi. Çünkü içimiz, okyanusları alacak kadar genişken, başkalarının yıkmaktan çekinmeyeceği kadar da gecekondudur. Evet, gecekondudur. Her gece yeniden yaparız, düşleriz hayalleri. Biz de yıkarız yeri geldi mi ama temelini bozmadan...
Bir cesaretle anlatırsınız bazen, güvenmişsinizdir, ya da verilen sözlere aldanmışsınızdır. Bu aldanış sürer gider bir süre. En sonunda yıkılmış, yakılmış, yerle bir edilmiş hayallerin enkazından çıkmaya çalışırsınız. Kirletilen okyanusunuzu temizlemeye çalışırsınız. Ama unutmamalı, elbette güvenilecek birileri vardır bu dünyada. Önemli olan o kişi gelinceye dek susarak beklemeli, bekleyerek her şeyi gizlemeli, gizleyerek mutlu olmalı...

11 Mayıs 2018 Cuma

KALABALIKTAN UZAKTA(1)

“Nereden başlasam" dedi,
Berjere oturmuş, karanlık çökmek üzere olan sokağa bakan.


BİR KÂĞIT BİR KALEM

Camdan dışarıya, griye yakın bulutların izin verdiği ölçüde mavisini gösteren gökyüzüne ve esen poyrazdan sola yatmış, devrilmemek için birbirinden destek alan ne kısa ne uzun çamlardan oluşan ormana bakmaktaydı. Düşünmekteydi. Sorusuna cevap aramaktaydı. Düşünüp, yaşayıp anlatamamak ve etrafında onu dinleyecek kimsenin olmaması onu sık sık sinirlendiriyor, hüzünlendiriyor ve hırçınlaştırıyordu.        

 Nereden başlamalıydı? Kendiyle konuştukça biriken düşüncelerini, önce kalbine sonra aklına ve daha sonra tüm vücuduna yayılmasından korktuğu bir felç gibi görmekteydi. Bu hastalığa çare aramaktaydı. “Her şeyin başı sağlık.” demişti birkaç eş ve dost. Eski sağlığına kavuşması için bir ilaç bulmalıydı. Tavsiye edilen tüm tıbbi ilaçları reddetmişti. Çünkü o, bunu kolaya kaçmak olarak görüyordu. Tıbbın yararını hiçe saymazdı fakat en ufak bir sorunda mutfaktaki buzdolabına, en yakın eczaneye ya da tanıdık birkaç doktora başvurmak, uğraşmadan, emek harcamadan sonuca varmak isteyenlerin işi olduğunu düşünüyordu. Üstüne üstlük bu psikolojik veya duygusal bir sorun olduğunda ilacı en son çare olarak görüyordu. Bu yüzden ona ilaç ve doktor isimleri verenleri reddetmişti. Kendi, bir çözüm bulacaktı.

Saate baktı. Oturalı epey zaman olmuştu. Sıkılmamıştı bu yüzden kalkmadı ve düşünmeye devam etti. İçinde birikenleri boşaltmalıydı. Yağmur başlamıştı. Ve camdaki yansıma şöyle seslendi:

“İnsan bazen buluttur, yaşayıp, içinde birikenleri zamanı gelince kimisi için can olan, kimisi için sel olup can alan yağmura dönüştürüp boşaltan; ve insan bazen de topraktır, yaşayıp, içinde birikenleri eriterek onları da kendine katan.”

Toprak olmayı başarabilmişti. Ama henüz bulut olmayı tam olarak becerememişti. Biriktirmişti tıpkı gri bulutlar gibi yaşananları. Peki, nasıl boşaltacaktı?

“Yazmalıyım” dedi. Düşünceleri yağmur olup yağacak, bu yağmur kelimeleri gizlendiği yerden filizlendirecek, filizlenen kelimeler ise ormanı oluşturacaktı. Okuyan ise nefes alacaktı. Rüzgâra dayanmak için birbiri üzerine eğilip topraktan ayrılmayan ağaçlar gibi hayata karşı yıkılmamak için köklerini kâğıttan toprağa bağlayan kelimeler de yıkılmayacaktı.

Yerinden kalktı ve raflara doğru gitti. Bir iki kitabı kaldırdı ve ilacı olan bir kâğıt ve bir kalemi alarak evindeki tek koltuğa yeniden geçti.