3 Eylül 2018 Pazartesi

                                                               Dağ Gibidir Babalar
".. Yani babalar da ay gibidir
Bazen bir, ikisi, bazen ondördü.." diyordu Erdem Bayazıt 'Tabiat Risalesi'nin başlarında. Az sonra da aynı şekilde "Ayın ondördü, ay bir anne sanki" diyerek anneyi atfediyor. Şiirinin başında babaları Ay'a atfetse de annenin atfedilmesi daha bir içini dolduruyor, yakıştırıyorum. Babaların da 'Dağ'a benzetilmesi daha çok hoşuma gidiyor, isabetli buluyorum. Dağlar da babalar gibidir. Diktir, sağlamdır, çetindir, acıya, çileye, zulme anne kadar güçlü olmasa da göğüs gerer. Duygusallığın baba fıtratının emarelerinde ilk sırada yer almamasına rağmen babaların fedakarlıklarının tesiri annelerinki kadar vardır.

Sabittir ama durağan değildir, dinamiktir, istikamet üzeredirler. Dağlara gidenler bilir... Kendilerine yüklenen vazife gereği çakılıdır dağlar, ne yaparsanız yapın gittiğinizde niye geldin demezler; bazen soğukturlar ama her zaman buyur ederler. Allah’ın "Celâl" isminin tezahürünü görürüz onları izlerken bazen. Serttirler ama her zaman gidip hayat bulabileceğiniz yaylaları, ovaları, tepeleri, zirveleri vardır mutlaka. Güneş de çıksa, rüzgar  da esse, kar da yağsa hep oradadırlar.. Ne kadar dolarlarsa dolsunlar, haksızlığa uğrarlarsa uğrasınlar gelen evlatlarına karşı hep mütebessimdirler, belli etmezler duygularını. Çok şey anlatırlar da anlamaz baba olmayan ya da babalık ruhundan nasibi olmayanlar dağların derdini... bunlardan dolayıdır ki babaları en çok dağlara benzetiyorum, belki de tam tersi; dağları en çok babalara yakıştırıyorum.. Emaneti yüklenen insanın, derdini yüklenen dert küpü dağları....

"Dağları da birer kazık  (yapmadık) mı?" (Nebe/7)

Ay'ın güzel yönü vardır mekandan mücerret olsa bile, dağın da güzel yönü vardır zamandan soyutlansa bile.

Dağlar da sabittir/müstakimdir Ay da. (durağan anlamında değil süreklilik barındıran anlamında) Amma ikisi bir araya geldi mi ayrı bir sinerji yakalıyorlar. Dağa giden, evine gitmiş, kendine gitmiş, aslına yolculuk yapmış gibidir benim nazarımda. Sadra şifa arayan da gönlündekini, aklındakini, kalbindekini gecenin ıssızlığa büründüğü, âlemin istirahate çekildiği bir vakitte dile getirir. Kimi zaman avazı çıktığınca haykırır kimi zaman da hıçkırıklara boğulur avazı çıkmadığınca haykırır, susar, sükût eder, seyreder...Ay sır küpüdür saklar, kuşatır, kuşatarak korur. Göğe savururken niyazlarını gözünü diker hep, yüzünü ve yüreğini aydınlatan Ay'a.. ve gözler dikilir Ay'a.. Allah’ın 'Rabb'liğinin, sahiplenişinin, koruyuculuğunun, ihata edişinin tecellisi olan Ay'a... bu sırada sürekli 'Dağ' ile temas hâlindedir. Allah’ın azametinin, kudretinin en çok tecelli ettiği varlıklardan biri olan 'Dağ' ile temas hâlindedir. Tabiri caizse sırtını Allah'ın kudret ve azametine dayayarak...

Dizinin bağları çözülen Dağa gider Ay'a bakarsa bu sefer dilinin, yüreğinin bağları çözülür... Dağa sırtını dayayıp, Ay'a gözünü, gönlünü dikenin hüznü dahi huzura tahvil edilir... güven duyar, her daim yeniden bismillah demeye müsait bir halet-i ruhiye içinde bulur kendini. Dağda Ay'ın ışığıyla demlenir. Nitekim Dağlar dert küpüdür, Ay sır küpüdür..

Evlatlar burada nereye düşer,,  kimi zaman anne tarafına düşer kimi zaman baba tarafına düşer. Anne tarafına düştüğünde "Yıldızlar" gibidir. Belki annelerinden çok büyüktür, iridirler ama hep küçük görünürler. Annelerinin şefkatli aydınlığının altındadırlar her daim. Bazen de baba tarafına düşerler. Dağ'dan beslenen, Dağ'ın baş üstünde taşıdığı aynı zamanda Ay'ın şefkatli parıltısının muhafazası altında, arada "Fidanlar" diyebiliriz. Gün gelecek onlar da anne-baba olacaklar. Bazıları Dağ gibi olacak dağlaşacak bazıları Ay gibi olacak... 

Aile ilişkilerini, anne-baba-evlat irtibatını, ev ortamını bu açıdan ele alınabilir diye düşünüyorum. Dağ'dan ve Ay'dan mülhem aile ilişkisine yönelik bir okuma olarak da algılanabilir; aile ilişkisinden hareketle Dağlara gitmeye, gece vakti Ay'a bakarak bir arayışa girmeye teşvik yazısı olarak da okunabilir. İkisi de mümkün fakat çıkış noktası, öncelik noktasında maksat aile ilişkisine matuf bir yazıdır...

Bu vesileyle annelerimizden, babalarımızdan, kardeşlerimizden ve dostlarımızdan Allah razı olsun...

17 Haziran 2018 Pazar

KALABALIKTAN UZAKTA (3)





“Boşlukları doldurup, dolu dolu yaşamak lazım” dedi.
Camın ardından sisin oluşturduğu boşluğa bakıp, boşlukları doldurmaya çalışan.




                                                         BOŞLUKLAR
Herkesi evlerden sokaklara döken güneş bugün çıkmamıştı bilakis sokaklardan evlere kovalayan bulutlar hakimdi gökyüzüne. Bu hakimiyet o’nun için bir zaferdi. Çünkü yüzlerce kişinin hiç düşünmeden bastığı sokakların da dinlenmesi, yağan yağmurla insanların kendi üzerinde bıraktığı kiri temizlemesi gerektiğini düşünüyordu. O da bu dinlenmeye iştirak ederek ruhunu dinlendiriyordu. Evinden çıktı. Sokağı kaçarak terk eden insanlar vardı. Boş köşeleri kapmaya çalışanlar… Yağmur rahatsız edecek şiddette yağmıyordu aslında. Tabi bu sadece o’nun için geçerliydi. Hafif esen rüzgâr, yağmur taneleri, toprağın kokusu, akşamın karanlığı… Tüm bunlar, boşluğa düştüğü şu hayatta varlığını hatırlatıyordu.
Sevdiği yollar vardı. Onları kullanmak istiyordu. Bu yollar varmak istediği yere giden araçlar değil, hasret giderdiği dostları idi.
Uzun bir süre yürüdü. Varlığını iliklerine kadar hissetmişti.
“İstanbul bu,  dedi, boşluklar ile dolu.”
Boş evler, boş sokaklar, boş kalpler…
Eve geldi. Koltuğuna geçti. Bir sis çökmüştü dışarıya. Önünde griden kocaman bir boşluğun varlığı vardı. Elinde ise boş kâğıdı ve kalemi…

Dünya kocaman bir boşlukta, bizim boşluklarımız olmuş çok mu? Çok muydu gerçekten? Az olmadığı kesindi, çoğa yakınlığı meçhul. Nerden kaynaklanıyordu bu meçhullük? Bilmememizden.  Bilemeyip dolduramadığımız boşluklardan veyahut kendimize itiraf edemememizden.
Yaşıyoruz;
Zamanın boşluğunu, bir şarkının içindeki boşluğu, bir yazıdaki boşluğu, bir tablodaki boşluğu; gecenin sahip olduğu boşluğu, sokakların boşluğunu, bakışların boşluğunu…

Bir minibüs geçti caddeden. “Arkadaki boşlukları dolduralım” dedi şoför.

Sahi, arkamızda bıraktığımız boşlukları doldurabilir miyiz şimdi? Ne görüyoruz dönüp baktığımızda? Bir hiç mi? Hayır, o bir hiç değil…

Kimi insan yüreğindeki boşluğu ile midesindeki boşluğu karıştırıyor. Doldurdukça alacak yüreği yerine, kendisini rahatsız eden ve sayısız hastalığa sebep olan midesini dolduruyor.
Yedikçe mutlu olduğunu sanıyor 
Oysa,
Sevdikçe mutlu olacaktı.

Zaman yağıyor gökyüzünden, üstelik her zaman. Zaman içinde zaman olur mu demeyin.
Oluyor.
Değerlendirmesini bilene can oluyor, bilmeyene gelip geçici boş bir an.

Zamanı kullanamıyoruz, bir zamanın boşluğunda hiçbir şey yapmadan yaşıyoruz. Yolda 20 dakika, bir şeyi beklerken 5 dakika, televizyon karşısında 60 dakika… Hepsi boş zamanlar. 
Ah! Şu boşluklarda oturup düşünsek, iyilik yapmak için harekete geçsek böyle mi olurdu dünya?

Bir uçuruma çıktı biri. Kollarını açtı, gözlerini kapadı. Kendini boşluğa bıraktı. Düşerken intihardan vazgeçti. Boşluğa tutunmaya çalıştı. Ama tüm bu çabalar boşunaydı.

22 Mayıs 2018 Salı

KALABALIKTAN UZAKTA (2)


“Nereden başlasam" dedi,
Berjere oturmuş, karanlık çökmek üzere olan sokağa bakan.

Ve
Önünde bir kâğıt bir kalem ilacı olan.


SUSMUŞ HAYALLER
İnsanların, hızlı yargılama, hızlı vazgeçme, hızlı reddetme gibi özelliklere sahip olmasının sebebini zamanın hızlı akmasına, insanın aceleci yaratılmış olmasına ve bilgisizliğine veya bazı hasletlerinin körelmiş olmasına bağlıyordu. Sıklıkla çevresindekiler ile yaşadığı bu durum onu ziyadesiyle rahatsız ediyordu. Ne zaman bir fikir sunsa, bir hayalini açıklasa insanların tepkileri ya dalga geçmek ya da reddetmek oluyordu. Bu sebeple hayallerini rahatça dile getiremez olmuştu. Sıkılıyor, çekiniyor açıklamak istiyor fakat dilindeki bıçak konuşmasına izin vermiyor, verdiği zamanlarda ise dilinde derin yaralar açıyordu. Ardında kan sanki boğazına doluyor ve onu boğuyordu. Susuyordu. Bu bir tercih değil, bir zorunluluktu. Yalnız kaldığı zamanlarda ise tüm bu korkulardan ve dünyadan arınıp kendi dünyasına çekiliyordu. Karınca sürüsüne, neredeyse 7/24 çalışması ve kendine vakit ayırmaması yönleriyle benzettiği insanlar arasında ise kulaklarını ve gözlerini kapardı. Çünkü
“Kalabalığın içinde gözlerini ve kulaklarını kapamak, olmak istediğin dünyanın anahtarıdır.”
Diye düşünmekteydi.
Onu, kendine ait yeni bir dünya keşfetmesine iten işte bu insanoğluydu. Her şerde bir hayır vardır diyerek hiçbir zaman onlara kızmamaya çalışmaktaydı. Çünkü kötülük bir başkasından gelebilir fakat iyiliğin bizim gösterdiğimiz tavra bağlı olarak meydana geldiğini düşünmekteydi. Sezai Karakoç’tan bir alıntıyı aklından sürekli geçirmekteydi:
“Kötülükleri bitiremeyiz ama iyilikleri çoğaltabiliriz.”



Zor bir günün ardından çayını almış ve koltuğuna oturmuştu. Dışarıda oynayan çocukları izliyordu. Çocukların oynadığı oyunu anlamaya çalışıyordu. Neredeyse her gün yeni bir oyun üretip oynuyorlardı.
            “Bir tahtayı araba, bir taşı ev yapabiliyorlar. Yani onlar, kendilerine göre imkânsızı hayal ediyorlar. Üstelik bu hayalleri birbirleri ile paylaşabiliyorlar” dedi kendi kendine.

Kalemi ve kâğıdı aldı eline.
“Hayaller engellenmemeli” dedi camdaki görüntüsüne.
Korkma. Hayallerimiz var kimsenin sahip olmadığı. Biraz çocuksu, ama bir o kadar mutluluk verici. Güler geçerler bu çocuksu hayallere. Ama bir insan yetişkin olabilir mi bebek olmadan, emeklemeden, çocuk olmadan? Hayallerde böyledir. Bebektir, emeklerler; çocuktur, güldürürler. Ama hayallerimizi büyüttüğümüzde şaşırıp kalırlar. Ayrıca o çocuksu yanı biraz da kalmalı hep. Zorluklara aldırış etmeden, yenilsek bile yeniden doğmayı inat edindiğimizi gösterircesine kalmalı.
Hayal gücünün sınırlarını zorlamalı insan. Bir okyanus misali, ne ufuk gözükmeli, ne de en derin noktası keşfedilmeli. Bu sulara dalan için keşfedebilecekleri bitmemeli.
O an yapılabilecek bir şey, bir hayal değildir. O, sadece bir plan oluverir. Asıl olan, içinde bulunulan zaman için imkânsızı düşleyebilmektir. İşte, hayal budur.
Hayal okyanusunu beslerken insan, ayaklarını yerden kesmemeli, kuş olup uçuvermemeli. İmkânsız gibi gözükeni yapabilmek için elinden geleni yapmalı.

Ama dikkat etmeli, herkese söylememeli, herkesin sularında yüzmesine izin vermemeli. Çünkü yüzdükçe kirletir insan.
Hayallerimizi, düşüncelerimizi kime açacağımızı bilmeliyiz. Bu demek değildir ama en yakınına, annene ya da babana... En yakını bile zarar verir, en beklenmedik bir anda.
Hayallerinizi yıkarlar, bozarlar ve bunu yaparken hiç mi hiç acımazlar. Dalga geçerler, aşağılarlar...
Pes etmemektir çare. Sınırları, ufukları zorlayarak, surları yıkarak, selleri okyanusa katarak ilerlemeliyiz.
Bazen, hatta çoğunlukla susmalıyız. İçimizde saklamalıyız her şeyi. Çünkü içimiz, okyanusları alacak kadar genişken, başkalarının yıkmaktan çekinmeyeceği kadar da gecekondudur. Evet, gecekondudur. Her gece yeniden yaparız, düşleriz hayalleri. Biz de yıkarız yeri geldi mi ama temelini bozmadan...
Bir cesaretle anlatırsınız bazen, güvenmişsinizdir, ya da verilen sözlere aldanmışsınızdır. Bu aldanış sürer gider bir süre. En sonunda yıkılmış, yakılmış, yerle bir edilmiş hayallerin enkazından çıkmaya çalışırsınız. Kirletilen okyanusunuzu temizlemeye çalışırsınız. Ama unutmamalı, elbette güvenilecek birileri vardır bu dünyada. Önemli olan o kişi gelinceye dek susarak beklemeli, bekleyerek her şeyi gizlemeli, gizleyerek mutlu olmalı...

11 Mayıs 2018 Cuma

KALABALIKTAN UZAKTA(1)

“Nereden başlasam" dedi,
Berjere oturmuş, karanlık çökmek üzere olan sokağa bakan.


BİR KÂĞIT BİR KALEM

Camdan dışarıya, griye yakın bulutların izin verdiği ölçüde mavisini gösteren gökyüzüne ve esen poyrazdan sola yatmış, devrilmemek için birbirinden destek alan ne kısa ne uzun çamlardan oluşan ormana bakmaktaydı. Düşünmekteydi. Sorusuna cevap aramaktaydı. Düşünüp, yaşayıp anlatamamak ve etrafında onu dinleyecek kimsenin olmaması onu sık sık sinirlendiriyor, hüzünlendiriyor ve hırçınlaştırıyordu.        

 Nereden başlamalıydı? Kendiyle konuştukça biriken düşüncelerini, önce kalbine sonra aklına ve daha sonra tüm vücuduna yayılmasından korktuğu bir felç gibi görmekteydi. Bu hastalığa çare aramaktaydı. “Her şeyin başı sağlık.” demişti birkaç eş ve dost. Eski sağlığına kavuşması için bir ilaç bulmalıydı. Tavsiye edilen tüm tıbbi ilaçları reddetmişti. Çünkü o, bunu kolaya kaçmak olarak görüyordu. Tıbbın yararını hiçe saymazdı fakat en ufak bir sorunda mutfaktaki buzdolabına, en yakın eczaneye ya da tanıdık birkaç doktora başvurmak, uğraşmadan, emek harcamadan sonuca varmak isteyenlerin işi olduğunu düşünüyordu. Üstüne üstlük bu psikolojik veya duygusal bir sorun olduğunda ilacı en son çare olarak görüyordu. Bu yüzden ona ilaç ve doktor isimleri verenleri reddetmişti. Kendi, bir çözüm bulacaktı.

Saate baktı. Oturalı epey zaman olmuştu. Sıkılmamıştı bu yüzden kalkmadı ve düşünmeye devam etti. İçinde birikenleri boşaltmalıydı. Yağmur başlamıştı. Ve camdaki yansıma şöyle seslendi:

“İnsan bazen buluttur, yaşayıp, içinde birikenleri zamanı gelince kimisi için can olan, kimisi için sel olup can alan yağmura dönüştürüp boşaltan; ve insan bazen de topraktır, yaşayıp, içinde birikenleri eriterek onları da kendine katan.”

Toprak olmayı başarabilmişti. Ama henüz bulut olmayı tam olarak becerememişti. Biriktirmişti tıpkı gri bulutlar gibi yaşananları. Peki, nasıl boşaltacaktı?

“Yazmalıyım” dedi. Düşünceleri yağmur olup yağacak, bu yağmur kelimeleri gizlendiği yerden filizlendirecek, filizlenen kelimeler ise ormanı oluşturacaktı. Okuyan ise nefes alacaktı. Rüzgâra dayanmak için birbiri üzerine eğilip topraktan ayrılmayan ağaçlar gibi hayata karşı yıkılmamak için köklerini kâğıttan toprağa bağlayan kelimeler de yıkılmayacaktı.

Yerinden kalktı ve raflara doğru gitti. Bir iki kitabı kaldırdı ve ilacı olan bir kâğıt ve bir kalemi alarak evindeki tek koltuğa yeniden geçti.